İSTANBUL’UN FETHEDİLMESİYLE BİRLİKTE KİMLER MAĞDUR OLDU, KİMLER MAĞRUR HALE GELDİ?
OSMANLI TARİHÇİLERİ TÜRKLERİ NASIL GÖRÜYORLARDI
TÜRK TARİHİNİN BİLİNMESİ GEREKENLERİNİ ANLATMAYA DEVAM EDİYORUZ
Her ne kadar gençlerimize hamasi bir tarih anlatılsa da burada sizlere gerçek Osmanlı tarihçilerinin ve Osmanlı resmi tarih yazıcılarının anlattıkları, gerçek Osmanlı tarihini ve bu tarihin içerisindeki Türklerin durumunu anlatacağız.
Çünkü biz Türk’üz, Biz sizlere Devşirme rum Mehmet Paşaların, Hırvat Rüstem Paşaların, Zaganos Paşaların, Cağaloğlu (Cigila), Sokollu (Bayo) Paşaların anlatılmakta olan sahte kahramanlıklarını değil onların gerçek yüzünü ve gerçekte devlet içerisinde neler yaptıklarını anlatacağız.
Türk Milletini temsil etme iddiası ile yola çıkarak Türklerin kurduğu devleti yönetenlerin tarihi elbette bizi ilgilendiriyor, ancak bizi asıl ilgilendiren saraylarda yaşayan devşirmeler kadar, iki dağın kovuğunda ulaşılması güç tepelere, insanın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak sadece sığınmaya yarayan evler yaparak dağlardan topladığı otlarla, devşirme devletluların zulmüne rağmen yaşamaya çalışan Türklerin Tarihidir.
Biz size Tarihimizin gerçeklerini anlatmaya devam edeceğiz.
TÜRKLER KURDUKLARI HANEDAN DEVLETLERİNDE DIŞLANMIŞTIR
Karahanlılar’ın başbuğu Müslüman’dı ve uzun süreden beri Müslüman olmuş halkça bunun böyle bilinmesini istiyordu. Karahanlılar (840-1042) Arapça ve Farsçaya pek ilgi göstermemekle birlikte, Arap-Fars alfabesini kullanmışlar, ondan çok daha uygun Orhun alfabesinden ve Orhun diliyle yazılmış Türk edebiyatından ise hiç haberleri olmamıştır.
Cahen’e göre, bu yönleriyle Karahanlılar, Büyük Selçuklulardan (1040-1157) biraz daha ilerdedirler”. Bilindiği üzere, Büyük Selçuklu devleti, İran’da hakim oldukları süre içinde (1040-1157) yönetimi İranlılara ve Soğd’lara vermiş, resmi dil olarak da Farsçayı tercih etmek suretiyle halk dili-aydın dili ikiliğini meydana getirmişlerdir.
Cahen’a göre, “Selçuklu Türkiye’sinde, bir yanda İranlılaşmış – o buna Horasanlaşma diyordu Kentsel merkezlerle, kırsal alanlarda yaşayan Türkmenler arasındaki ilişkiler kopuktu. Tarihsel sürtüşmelerin ve çatışmaların büyük nedenleri bu farklılaşmalardan kaynaklanıyordu.”
Büyük Selçuklu devleti başlangıçta orduyu Türkmenlerden alıcı bölümü yarı yarıya tutsaklardan derlenmiş profesyonel askerlerden oluşturulmuştur. Türkmen ileri gelenlerinin çocuklarının sarayda yetiştirilmesi, onların bağlılığının sağlanması böylece terkedilerek, Selçuklu ordusu, kendinden önceki Arap-İran ordularının durumuna düşürülmüştür. Büyük Selçuklularda gerekse Selçuklu Türkiye’sinde, merkezdeki (kentli) Oğuzlar ile çevredeki (köylü) Türkmenler arasındaki yarılmalar had safhaya ulaşmıştır.

Türklük bilinci, çevredeki Türkmenlerde yaşanmış, Türkçeyi Türkmenler günümüze kadar taşımışlardır. Farislılaşma veya Cahen’in deyimi ile “Horasanlaşma” merkezde yani Oğuzlarda varlığını sürdürmüştür.
Geçmişini unutma, dil, kültür ve yönetim yapısını yabancı ellere teslim etme geleneği Türklerde adeta kurumlaşmıştı. Nitekim, Büyük Selçuklu Devletinin benzer hatalarını Karahanlılar da yapmışlardı. Bu yeni İslamlaşmış Türk hanedanı, onuncu yüzyılda Türk geçmişini unutup ve kendisini İran efsanesinden alınan bir adla Efrasiyab Hanedanı olarak adlandırmıştı. Böylece, Türk adının kendisi ve ifade ettiği varlık bile, bir anlamda islamı nitelik kazanmıştı.
Bu Türk Horasanlaşma veya kimliğini kaybetme süreci, Anadolu Selçuklu devletinde de devam etmiştir. “Ancak, Osmanlılarla Türkçe resmi dil olarak kabul edilmiş, fakat yönetim (bürokrasi) veya Osmanlı Devlet Erkanı bu defa devşirmelere (dönmelere) teslim edilmiştir. “Artık, İstanbul’un Fethinden itibaren Anadolu Türklerinden Vezir-i azam seçimi geleneğine son verilmiş, dönmeler ve devşirmeler devri başlamıştır. Devşirmeler devrinde de bazı Türk vezirlere rastlanabilirmişse de fakat bunlar artık istisna kabilindendir”
DEVŞİRMELİKTEN VEZİRİAZAMLIĞA
Sevgili Okurlar,
İleriki paylaşımlarımızda daha geniş bir şekilde anlatacağımız gibi, Devşirme sistemi 1.Murad zamanında başlamış ancak Türk Ordusu, Ankara Meydan Savaşı’nda bir diğer Türk Ordusu tarafından kısmen imha edilince, silahlı kuvvetlere yeni insan kaynağı bulmak mecburiyeti hissedilmiş, bu sebeple Pencik Kanunu’nun yerine Devşirme Kanunu yürürlüğe konmuştur. Çünkü Ankara bozgunu ve bozgundan sonra başlayan şehzadeler kavgası Batı’ya yapılan akınların durmasına, dolayısıyla Pencik Oğlanları Ocağı’nın kapanmasına yol açmıştır.
Devşirme kanunu hükümleri uyarınca devşirilen Hıristiyan çocukları son bir elemeye tabi tutulur, en seçkinleri Enderun oğlanı olarak saray hizmetlerinde yetiştirilmek üzere Enderun Okulu’na alınır, gerisi Acemi Oğlanlar Ocağı’na gönderilirdi. Bu ocakta eğitimlerini tamamlayan devşirmeler, Yeniçeri Ocağı’na alınarak asker olurlardı. Enderunlular ise sarayın ve devletin çeşitli hizmetlerine tayin edilerek sancak beyliğine, beylerbeyliğine, ordu ve donanma komutanlığına, vezir-i azamlığa kadar yükselebilirlerdi.
Dünyaya nizam vermek için yaratıldığına inanan ve devlet kuran ırk olarak kendini, savaş esirleri, köleler, soyu sopu meçhul, eli, aşireti belirsiz kimselerle devlet yönetiminde asla ve tabiî olarak eşit kabul etmeyen Türk Milleti, savaşta esir ettiği köleler tarafından yönetilmeyi millî onuruyla bağdaştıramamıştır. Bu dönme devşirme vezir-i âzamlar da, köle oluşlarından, zamanında esir edilişlerinden, soysuz oluşlarından ileri gelen aşağılık duygusuyla Türk Milleti’nden intikam alma alçaklığını irtikap etmişlerdir.
İSTANBUL’UN FETHEDİLMESİYLE BİRLİKTE TÜRKLER TASFİYE EDİLMİŞ DEVŞİRME EGEMENLİĞİ BAŞLAMIŞTIR.
Sonraki çalışmalarımızda anlatacağımız gibi Çandarlı’nın idamıyla başlayan kozmopolit Osmanlılık dönemi, İmparatorluğun yıkılışına kadar devşirmelerle Türkler arasındaki iktidar mücadelelerine sahne olmuştur. Bu mücadelede Türk askerinin başkentten uzak olması sebebiyle Türk vezirler duruma hakim olamamışlardır. Kendi ırkdaşları ve dindaşları olan yeniçerileri bir baskı gurubu olarak kullanan devşirmeler ise bu güce dayanarak iktidar yolunu aralamışlardır.
Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren yönetici kadrolar özellikle Türkler dışından seçilmeye başlayacaktır.
Fatih ile birlikte, Çandarlı Halil Paşa iftira ile idam edilmiş, Böylece Türklerin devlet yönetimindeki gücü kalmamıştır. Bu tarihten sonra veziriâzamların hemen neredeyse tamamı Devşirmeler arasından seçilmiştir.
Türklerin tasfiyesi tüm devlet kademelerinde devam etmiş doğan boşluk ise devşirme bürokrasi tarafından doldurulmuştur. Bu tasfiyenin düşünülmesi bile genç Fatih’in kişisel boyutunu fazlasıyla aşan, bizzat söz konusu devşirme bürokrasisinin iktidara tümüyle el koyma yöneliminin ifadesiydi. Dolayısıyla İstanbul’un fethinin arka planında öncelikle bu olay yatmakta, bu iktidar dönüşümünün Türk- Müslüman aristokrasisine rağmen yapılabilmesi üzerine basılacak basamak anlamında önem taşımaktaydı.
Türkmenlerle işbirliği halindeki Çandarlı Paşa Devşirmelere karşı yaptığı mücadele de mağlup olmuş bu mücadelede hayatını kaybetmiştir, Değişik bir ifadeyle Osmanlı’da yüzyıllarca devam edecek olan Türklerle Devşirmeler arasındaki savaşın ilk mühim kurbanıdır.
Böylece Türklere karşı dört yüz elli yıldan fazla sürecek bir zülüm devri başlamıştır. Eğer önce Türk birliği sağlanarak güçlü bir Türk devleti ve idaresi tesis edildikten sonra gaza siyasetine dönülseydi bu gün farklı bir tarihi anlatır olurduk.

TÜRKLERE YAPILAN EN KÜÇÜK HAKARET “İDRAKSİZ TÜRK” ŞEKLİNDEYDİ
Böylece Fatih’den sonra Devşirmelerin Sadrazamlık başta devlet kadamelerini doldurmaları dönemi başlaşmış, Osmanlı Tarih yazıcılığı Enderuni devşirmelerin eline geçmesiyle birlikte devleti kuran kudrete “etrak-ı bîidrak” yani idraksiz Türk denecektir!
Müneccimbaşı, Türkleri “cahil” olarak nitelendirirken ve Hoca Saadettin efendi “Aşağılık türediler” dedikten sonra “Yörgeç Paşa bir Türkmen getirene bir hi’lat adamış, bunu da duyurmuştu. Bu yolla Türkmenler’den pek çok kimseyi temizlemiş oldu” demekteydi Halbuki aynı dönemde Osmanlı nüfusunun ve ekonomisinin en büyük dayanağını Türkmenler oluşturuyordu.
Solakzade’de “Karamanoğlu dedikleri anlayışsız kaltaban yine isyan suretini gösterip kendine uyan na-pak Türkmenlerin sözü ile oğulları namında olan haramzadelerin her birini bir taifeye serdar kıldı” ifadeleri ile anlatılır.
Tarihlerde, Osmanlıların Akkoyunlularla mücadelesi yine Osmanlı perspektifinden ele alınır. Hoca Sadeddin Osmanlı ordusu için “şanlı beyler müslümanların ırzlarını koruyan zaferler kazanmış padişahın gölgesinde bareket eden askerler” tanımlamasına yer verirken, Akkoyunluları “kara elbiselerini karanlık giceler gibi yayıp zaferleri gölge edinen Osmanlı askerlerinin üzerine saldırmak için inlerinden çıktılar” diye tasvir eder. Otlukbeli Savaşı’nın sonucu hemen hemen bütün tarihlerde Türkmenlerin hezimeti olarak takdim edilir. Ele geçirilen Türkmen askerlerinin 3000 kadarının ibret için öldürüldüğü övünülerek anlatılır.
BİZANS FİLANTROPONİS SÜLALESİNDEN RUM MEHMET PAŞA
Türkler ve devşirmeler arasındaki siyasî iktidar kavgası, ilk devşirme vezir-i âzam olan Mahmut Paşa’nın sadarete gelmesiyle başlamıştır. Bu Mahmut Paşa, Anadolu Türklerine karşı vahşi mücadeleleriyle tanınan Bizans’ın Filantroponis ailesindedir.
George Schreiber, Mesih Paşa’nın da Bizans İmparatorluk hanedanı Paleologlar soyundan olduğunu yazar. ikinci devşirme vezir-i âzam olan ve Mahmut Paşa’dan sonra iktidara getirilen Rum Mehmet Paşa devrinde son derece ciddi olaylarla devam etmiştir.
Fâtih’in en büyük kaygısı, İstanbul’u dünyanın siyasî ve iktisadî merkezlerinden biri, gerçek bir metropolis haline getirmek, nüfuslandırmak, imar etmek ve kalkındırmak olmuştur.
İstanbul, fetihten önce vücutsuz bir baş gibiydi. Şehrin nüfusunun 40.000’e kadar düştüğü iddia edilmiştir. Patrik Gennadios’a göre, İstanbul, imparatorluğun son günlerinde, “fakir ve büyük kısmı gayrimeskûn bir harabeler şehri” idi. Fâtih, şehri yağmasız almaya çalışmış, fakat başaramamıştı.
Fetihten sonra dağılan ahaliyi toplamaya çalıştı. Silivri ve Galata’dan nüfus getirip yerleştirdi. Sürgün usulüyle şehre nüfus getirip yerleştirme işini saltanatının sonuna kadar uyguladı. Foça’dan, Argos’tan, Amasra’dan, Trabzon’dan, Mora’dan, Taşoz ve Samotraki adalarından, Midilli ve Agriboz’dan, Kefe’den şehre Rum, İtalyan Yahudi nüfusu getirip yerleştirdi.
Almanya ve İtalya’dan Yahudilerin gelmesini teşvik etti. Konya, Aksaray, Larende ve Ereğli’den mühim miktarda Müslüman Türk halkı sürüp getirdi. Şehrin etrafındaki bölgede savaş esirlerinden yerleştirerek 100 kadar köyü ihya etti. Şehre gelen yolları ve köprüleri tamir ettirdi. 1455 kışında meşhur Kapalıçarşı’nın çekirdeği olan Büyük Bedestan’ın yapılmasını emretti. Keza o yıl, şehre bol su getirtmek için su yollarının onarımını emretti.Sarayburnu’nda inşa ettirdiği Yeni Saray (Topkapı Sarayı) 1464’te tamamlandı.
İSTANBUL FETHEDİLMİŞTİ ANCAK MAĞDUR OLANLAR SAVAŞIN GALİBİ TÜRKLERDİ
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’a yerleşecek ahaliden Türklerin sayıca fazla olmasını sağlamak amacıyla bazı tedbirler almış, İstanbul’a iskân edilecek Türklere bedava ev, arsa, bağ, bahçe verilmesi ve bunların mukataa denilen vergi ile diğer bazı mükellefiyetlerden muaf tutulmasını emretmiş, bu tedbirlerin uygulanmasına da vezir-i âzamı memur etmiştir.
Fakat bu Türkçü tedbirlere devşirme sadrazamlar, özellikle de devrin vezir-i âzamı olan Rum Mehmet Paşa muhalefet edecek ve İstanbul’un Türkleşmesini önlemek için bütün yetkilerini kullanacaktır.
1400’de doğan ve bu olayları canlı olarak yaşayan Âşıkpaşaoğlu, Rum Mehmet Paşa’nın ağır vergiler alarak Türklerin İstanbul’a yerleşmelerini önlemeye çalıştığını anlatmakta, şunları yazmaktadır:
“Sultan Mehmet Han Gazi ki, İstanbul’u fethetti subaşılığını kulu Süleyman Bey’e verdi. Bütün ülkesine kullar gönderdi ki “İsteyen gelsin, İstanbul’da evler, bağlar ve bahçeleri gelip mülk olarak tutsun,” dedi. Her kim ki geldiyse verdiler.
Bu şehir bununla mâmur olmadı. Bu defa Padişah hükmetti ki, her ilden zengin ve yoksullardan evler süreler. Her İlin kadısına ve subaşına hüküm ile kullar gönderdiler. Bu gelen halka dahi evler verdiler. Bu sefer şehir mâmur olmaya yüz tuttu. Bu halka verdikleri evlere mukataa koydular. Böyle olunca halka güç geldi, dediler ki: “Bizi mülkümüzden sürdünüz, getirdiniz. Bu kâfir evlerine kira vermek için mi getirdiniz?”
“Bazıları avratını, oğlanını bırakıp kaçıp gitti. Kula Şahin derlerdi, Sultan Mehmet’in, babasından, dedesinden kalmış, vezirlik görmüş bir kulu vardı. Padişaha dedi ki: “Hey devletli sultanım! Baban, deden bunca memleketler fethettiler. Hiçbirinde mukataa koymadılar. Sultanıma dahi lâyık budur ki yapmaya?”
“Padişah dahi onun sözünü kabul etti: Mukataayı bağışladı. Yine hüküm buyurdu ki: “Her ev ki, verirsiniz, mülk olarak verin” dedi. Ondan sonra her verilen eve yazılı kâğıt verdiler ki, mülkleri ola. Böyle olunca şehir dahi mamur olmaya yüz tuttu. Mescitler yapmaya başladılar. Kimisi zaviye kimisi mülk yaptı ve bu şehrin hali yine iyiliğe döndü.

“Sonra Padişaha bir vezir geldi ki o bir kâfirin oğluydu. Padişaha gayet yaklaştı. İstanbul’un eski kâfirleri bu vezirin babasının dostları idi. Yanına girdiler: “Hey! Ne yapıyorsun? Bu Türkler yine bu şehri mâmur ettiler. Senin gayretin hani? Babanın yurdunu ve bizim yurdumuzu aldılar. Gözümüze karşı tasarruf ediyorlar. Şimdi sen padişahın yakınısın. Çalış ki bu halk bu şehrin imar edilmesinden el çekeler ve yine şehir evvelki gibi bizim elimizde kala,” dediler.
“Vezir dahi dedi ki: “Şu mukataayı ki evvelce koymuşlardı onu yine koyduralım. Bu halk dahi mülkler yapmaktan çekileler. Bu şehir o nesne ile yine harap olmaya yüz tuta. Sonunda yine bizim tayfamız elinde kala.”
“Bir gün vezir, bu fitneyi padişahın kalbine bir münasebetle soktu. Yine mukataa yaptırdı. Bu aldatıca kâfirlerin birisi ile bir adı Müslüman olan kul yan yana geldiler. Bu aldatıcı kâfir her ne ki dediyse öyle etti, onu yazdılar.”
“Sual: O vezir kimdir?”
Cevap: Rum Mehmet Paşa’dır ki, sonra Padişah onu it gibi boğdurdu
“Bu Rum vezir İstanbul’un intikamını almaya gayret ve hevesli idi ki, Müslümanları incite idi. Bu defa fırsat buldu. Elhâsıl Larende’den ve Konya’dan ziyade evler almaktan muradı Rum vezirin bu idi ki, Müslümanların evlerini yıktırıp rızklarını ve düzenlerini bozdurmaktı. Müslümanlara eza etmek, İstanbul’un acısını almak isterdi…
Rum Mehmet Paşa yürüdü, Larende’ye vardı. mescitlerini ve medreselerini yaktı, yıktı ve bozdu. Babasının evi gibi harap eyledi. Şehrin kadınlarını ve oğlanlarını soydurdu. Çıplak ettirdi. Larende’den gitti. Vardı, Ereğli’ye çıktı: Ereğli’nin ilini ve köylerini harap etti. O ilin halkı gelip dediler ki: “
Buralar Allah Resulünün vakfıdır. Şimdi bunu sen böyle harap ettirdin. ya Medine yoksullarına buradan nafaka varmaz olursa yarın kıyamet gününde, Allah Resulünün huzuruna varınca ne cevap verirsin?”
Bu sözleri diyenleri o zâlim öldürttü. Oradan sonra Varsak iline vardı. Orada Uyuz Bey derlerdi, onun iline girdi.”
Tarihçi Âşıkpaşaoğlu, Rum Mehmet Paşa’nın bu şiddet, garez ve cinayetlerinin sebebini “Müslümanlara eza etmek ve İstanbul’un acısını almak fikriyle izah etmektedir.
Yukarıda anlatılan vahşetlerin cereyan ettiği senelerde yaşayan, yani bir bakıma olayların görgü şâhidi olan Âşıkpaşağlu’nun tespitleri, devşirmelerin, daha ilk sadrazamlık yıllarında bile Türk’ü imha etmeye kararlı olduklarını göstermektedir.
BİZANS HALKI MAĞLUP OLMUŞ, FAKAT MAĞDUR OLMAMIŞTI
Fatih dönemini yaşamış olan Rum tarihçi Kritovulos, fethin hemen sonrasında onun Bizans ileri gelenlerine karşı izlediği tutumu anlatırken der ki : «Esaret altında bulunan Bizans ileri gelenlerine gelince, Padişah Hazretleri, bunların da çoluğu ile çocuğu ile ev bark sahibi olmaları için kendilerine evler vermek ve geçimlerini sağlamak istiyordu.
Hatta Notaras şehrin imar ve yerleştiirilmesine nezaret için Sehremini tayin etmek istiyordu. (Ancak, tartışmalı bazı nedenlerle Notaras’ın Osmanlı Devleti hizmetine gitmesi gerçekleşememiş, ertesi gün Fatih’in buyruğu ile öldürülmüştür).
Hatta bu konuda onunla konuşmuştu da.
Fatih ‘in devletin en yüksek yerlerine getirdiği Mahmut Paşa’nın hem baba ve hem de ana soyu bakımından Bizans’ ın aristokrat bir ailesinden gelmiş olması,84 onun bu siyasasının bir uygulaması olarak düşünülmelidir.
«Bizans halkı mağlup olmuş, fakat mağdur olmamıştı. ,, Tümüyle tersine, RumIar, asıl İstanbul’un fethinden sonra toplumsal ve ekonomik açılardan gelişme olanaklarına kavuşacaklardır.
«Sultan Fatih (J430-1481)in İstanbul ‘u fethetmesiyle, Ermeni/er ‘in istikbafi [geleceği] için yeni bir yıldızın parlamaya başladığını söylersem, tarihi bir hakikati tebarüz ettirmiş [belirtmiş] olacağıma kaniim. Bu itibarla, eğer İstanbul ‘a Türkler gelmemiş veya gelmeleri gecikmiş olsaydı, o nisbette de Ermeni/er ‘in İstanbul ‘a yerleşmeleri ve bahasus inkişaf etmeleri [özellikle de gelişmeleri] pek şüpheli [ olur], hatta belki de izleri bulunmazdı. ,,87 İşin gerçeği aranırsa, Fatih ‘in İstanbul ‘u alması Ermeni tarihinde bir dönüm noktası. Bunun neden böyle olduğunu da Ermeni gezgin Polonyalı Simeon ‘ un «Seyahatnamesi» nden görelim:
«İstanbul, Rumlar ‘ın elinde bulunduğu devirde Ermeniler ‘in oraya yerleşmeleri şöyle dursun, bezirgan olarak bile hiçbir Ermeni şehre giremezdi. Fakat Türkler İstanbul ‘u fethettikten sonra birçok eyaletlerden Ermeni/er ‘i davetle İskan ettikten maada, Rumlar ‘ın elinden alınan iki muhteşem kiliseyi de onlara verdiler.
Bu kiliseler, Samatya’daki Surp Georg ve Balat’taki Surp Hıreşdagabet kiliseleridir ve bugün de Ermeniler’ in elindedir. Öte yandan, Fatih, Rum Patrikhanesini kurmakla da yetinmeyecek, 1461 ‘de Bursa’daki Ermeni piskoposuHovakim’i İstanbul ‘ a getirterek ve ona «Ermeni Patriği» unvanını vererek Ermeni Patrikhanesi ‘ni kuracaktır.Rum ve Ermeni patrikhanelerine birtakım ayrıcalıklar ve yetkiler de tanınacak ve bunlar giderek artacaktı.
Bu, Rumlar’ın ve Ermeniler’in, onları izleyerek de Yahudiler’in Osmanlı Devleti’nde «cemaat» olarak örgütlenmeleri ve devlet düzeninin yanı başında kendi içişlerini kendilerinin düzenlemesi anlamına gelecektir. Özellikle, Patrikler dinsel konularda tam yetkiliydiler, kişi hukuku alanındaki uyuşmazlıkları çözmek de onların işiydi.
Açıkçası, bu durum, onlann etnik ve giderek ulusal temelde örgütlenmeleri demekti ve sonraki dönemlerinde yabancı devletleri de arkalarına alarak sanki devlet içinde devlet olacaklardır.

Oysa, Osmanlı tarihinde Türkler’e hiçbir zaman böyle haklar, ayrıcalıklar tanınmış değildir. Fatih ‘in Yahudiler’e de, özellikle bunlar fetih öncesinde Osmanlı ‘ dan yana çıkıp el altından yardımlarda da bulunduğu için, tam bir özgürlük tanımıştır..
Şu duruma göre; Bizans’ ın başkentinin Osmanlı’nın eline geçmesiyle ne Rumların, ne öteki Hıristiyanların ve ne de Yahudiler’in yaşamlarında bir kötüleşme olmak şöyle dursun, tersine, yaşam koşulları daha da iyileştiği gibi,ayrıntılı bir biçimde görüleceği üzere giderek bir yandan siyasal ve bir yandan da ekonomik alanda devletin temel egemen çevreleri arasında yer alacaklardır. Artık Osmanlı ‘nın başkenti olan İstanbul’un nüfus bileşimi de önemli. Gerçekten de, belirtilen gelişmelere koşut olarak İstanbul kozmopolit bir kent görünümünü kazanmakta gecikmeyecektir.
Fatih döneminin sonlarına doğru kentteki nüfus dağılımı şöyle olacaktır: İstanbul kesiminde 895 1 Müslüman haneye karşı lık 3 1 5 ı Hıristiyan, ı 647 Yahudi ; Galata’ da ise, 531 Müslüman haneye karşılık 592 Rum ve 332 Frenk hane.90/1 Bu verilere göre, başkent bir bütün olarak düşünüldüğünde toplam olarak 9482 Müslüman, 5 7 1 2 gayrımüslim hane olduğu görülüyor ki, bu, kentin nüfusunun 2/3 ‘e yakınının Türk ve Müslüman olmaması demek.Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinin bu görünümü, devletin giderek daha da artmaya başlayan kozmopolitliğinin açık bir kanıtıdır.
OSMANLI DEVLETİNİ KURANLAR TÜRKÜKLERİYLE ÖVÜNÜYORKEN TÜRKLERİ AŞAĞILAMA DÖNEMİ BAŞLAMIŞTI
Sevgili Okurlar,
Osmanlı Beyliğini kuran, bu beyliği önce devlet, sonra bir cihan imparatorluğu hâline getiren kudret ve zekâ, Türk gücü, Türk zekâsıdır.
Osman Gazi kardeşi Aydoğdu şehit olduğunda makamına “Türk Han Mezarı” ifadesini kazdırmıştı. 1413’te kaleme alındığını bildiğimiz Ahmedî’nin İskendernâme’sinde, Osman Gazi’nin, babası Ertuğrul Gazi’nin ve yakınları olan Gündüzalp ve Gökalp’in Oğuz soyundan geldikleri anlatılır. Oğuznâme olarak da bilinen Yazıcıoğlu Ali’nin kaleme aldığı Tarihî Al-i Selçuk’ta Osmanlı Hanedanı’nın; yirmidört Oğuz boyundan biri olan Kayı boyuna mensup olduğu zikredilir.

Bütün bu kaynaklarda Türk olmak, Oğuz soyuna, Kayı boyuna mensup olmak bir iftihar vesilesi olarak kullanılmıştır.
Fakat devlet idaresi, özellikle Fatih Sultan Mehmet devrinden itibaren Türk özüne karşı yabancılaşmış, Türk sözü de giderek hakaret anlamında kullanılmıştır.
Sevgili Okurlar,
Şu mısralar maalesef Adlî mahlasıyla şiirler yazan Sultan II. Bayezid’e aittir:
Değme etrak ne bilsün gam-ı aşkı Adlî,
Sırr-ı aşkı anlamaya haylice idrak gerek
Saltanatın, yani devletin devamlılığı için etrafında hep soyu sopu meçhul, kolay güdülür, dalkavuk, eli, aşireti belirsiz köle gulam zümresini görmek isteyen padişahların bu talihsizliklerinden istifade eden enderun menşeliler bir sure sonra devletin gerçek sahibi gibi davranmaya başlamış, devlet kurucu ırkı aşağılamış, hor görmüş ve adeta savaşta esir edilişlerinin intikamını almaya başlamışlardır.
Enderun müessesesinin kurulmasıyla oluşmaya başlayan kozmopolit Osmanlı egemen güçleri için Türk halkı artık sadece cepheye sürülen, vergi alınan, dövüştüğü ve vergi ödediği sürece de değer ifade eden bir yığındır! Kendi zekâ ve kudretiyle kurduğu devletini, Enderunlular denilen mağlup milletlerin döküntülerinden kurtarmak isteyince de derhal hain, celâli, âsi ilân edilmekte, katliama ve ağır hakaretlere maruz kalmaktadır.
Onbeşinci yüzyıl şairlerinden Tokatlı Lealî, “İdrak sahibi olduğu için,” saygın bir konuma sahip olmanın Arap veya Acem olmakla mümkün olabileceğini şu sitemkâr mısralarla özetlemiştir:
Olmak istersen itibara mahal
Ya Arap’tan, yahut Acem’den gel
Şair Mesihî de (1440-1535) bir Türk olduğu için kendisine yer bulamadığını benzeri bir deyişle şöyle anlatmaktadır:
Mesihî gökten insen sana yer yok!
Yürü var gel, ya Arap’tan, ya Acem’den!
Şair Bâki, “Türk ehlinin ey hâce biraz başı kabadır” mısraı ile kendi soyunu hakir görmüş, Nef’i “Türk’e Hak, çeşme-i irfanı haram etmiştir” diyebilmiştir.
Âşık Ömer daha ileri gitmiştir. Ona göre “Türk kavminde hicap yoktur”
Atayî adında bir Divan şairi de “asılmanın Türk’ün miracı olacağını” yazmıştır.
SADRAZAM RUM MEHMET PAŞA :“FATİH’İN İSTANBUL’U FETHEDERKEN VERDİĞİ HASARIN İNTİKAMINI BENDE KARAMANDA- LARENDE DE ALDIM.” DİYORDU!-

Âşıkpaşaoğlu, gerek Amasya Tarihi yazarı Hüseyin Hüsamettin Efendi, “meselenin tek boyutlu olduğunu, dönme devşirme kapıkulu takımının hâkim olduğu kozmopolit Osmanlı Devleti ile Türk milletinin tarihî hesaplaşması şekli an’ade ortaya çıktığını” belirtir.
Milliyetçiliği ideolojik bir biçimde savunan en tipik yazar olarak Kemalpaşazâde’yi gösterebileceğimiz gibi, milliyetler karması imparatorluk idealini aynı biçimde ideolojik olarak savunanlara tipik örnek diye de Tarihçi Mustafa Âli’yi (XVI. yüzyılın ikinci yansında yaşamış olmakla beraber) örnek gösterebiliriz,
îki zıt ideolojinin bu keskin savunucularına bakarak, iki tarafa da dahil edemeyeceğimiz daha yumuşak fikirli yazarlar bulmak da mümkündür. Örneğin, Âşık Paşazade ve Mehmed Neşrî, bilinçli ve fakat, iddiasız Türkçü olmalarına karşılık, îdris Bidlisî ve Hoca Sadeddin Efendi de koskoca tarih kitaplarında Türklükten ve Türkten hiç bahsetmeyecek derecede Türklüğe ilgisiz bir içgüdüye sahip görünürler; ama Müslüman aslından olduklarından dolayı da, Hıristiyanlıktan dönme Enderun halkını da sevmeyen ayrı bir zihniyeti temsil ederler. Bu son iki yazar için Osmanlılık ve Müslümanlık toplumun siyasî prensibi ve birlik nedenidir.
Halbuki, Kemalpaşazâde, tarihî olayları yazarken. Türklük ile ve Türklerle ilgili sorunlarda hem ırkını savunmakta ve hem de övücü ifadeler kullanmakta bulunmasına karşılık, onun karşıtı olan Âli Efendi tarih olaylarında Türklere çatar ve onları kötüler.
Kemal Paşazâde tarihinde ise Rum Mehmet Paşa’nın şöyle bir sözü kaydedilmektedir:
“Padişahın bizim vatanımız hakkında ettüğü hasaretün intikamını ben de Larende ve Karaman ülkesinde icraya muvaffak oldum.”
Devşirme kini işte böyle bir şeydir!
Sevgili Okurlar,
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyeti ‘Türklük» bilinci çerçevesinde hazırlamıştır. Bin yıllık tarihimizde diyebiliriz ki, bir örneğini Orhun anıtlarında gözlediğimiz gibi, Bilge Kağan’dan sonra ilk kez «Türk yaratılmak medarı iftiharımdır» diyen önderimizdir.
TAŞLICALI YAHYA
Türklüğün unutulmuş olması, Etrak-ı bi idrak (İdraksiz Türk) biçiminde horlanması, hatta Taşlıcalı Yahya’da gözlediğimiz üzere
«İmamın biri azıtır işini,
Alır bir yaban Türkünün kızını»
şeklinde her fırsatta hakaret edilmesi dönemi artık bitmişti..
Sevgili Okurlar,
Arnavud asıllılığı ile övünen Taşhcalı Yahya’ya göre, bir imamın bir Türk kızıyla evlenmesi işini azıtmak biçiminde yorumlanmaktadır. Ancak, kendisi bir mesnevisinde soyu ile öğünmekten geri kalmayacaktır:
«Fakir Arnavud aslıyam gaaziyem. O taşlu vilayetlerün biiziyem.
Şecaat kılıcın çalanlardanam. Şikarım evvelalanlardanam»
Görüldüğü üzere, Taşlıcalı Yahya İzvomikli bir Arnavut’tur ve ölüm tarihi 1582’dir.
Agâh Sırrı Levent, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten, 1961’de yayınladığı “Türkçülük ve Millî Edebiyat” başlıklı yazısında bu Taşlıcalı Yahya’nın Gencine-i rûz adlı mesnevisinde geçen bir hikâyede Türk’ü şöyle tasvir ettiğini yazıyor:
«Bir yoğurı kara Türk-i ebder
Şehri seyritmeye meylitdi meğer
Depesi benzer idi kühsâra
Gözleri gaarun içinde nâra
Başı üzre var idi kara külâh
Ateş üzere nitekim dûd-ı siyah
Bînamaz idi hem ol yüzi kara
Düşmeyince başı inmezdi yire
Eşeğini getirip aldı suvar
Bindi güya ki har üstüne himar»
Son mısradaki har kelimesi de himar kelimesi de eşek anlamına geldiğine göre; bu şair bozuntusu “bindi gûya ki har üstüne himar” demek suretiyle eşek üstüne eşek bindi, yani Türk’e eşek demekte! divan şairi olarak soyunu yüceltmekte, Türk’ü de aşağılamaktadır. Hem de, bu cüreti bir zamanlar kendi soyunun Oğuz Han’dan geldiğini ileri sürerek övünen Osmanlı padişahının gölgesinde gösterebilmektedir.
OSMANLI TARİHÇİLERİ TÜRKLERİ NASIL GÖRÜYORLARDI
Sevgili Okurlar,
Günümüze kadar intikâl eden Koca Sekbanbaşı Risalesi, Tarih-i Gılmanî, Koçi Bey Risalesi ve benzeri eserler, devşirmelerin, devletin aslî sahibi ve kurucusu olan Türkleri nasıl aşağıladıklarını gösteren, dolayısıyla Enderun’a hâkim olan psikolojiyi de aksettiren önemli belgelerdir.
Bunlardan Koca Sekbanbaşı Risalesinde “… İptida yeniçeri ocağı yeniden tahrire muhtaçtır. Zîrâ bunlar filasıl pak asker olduğundan, bunlar vasıtasıyla nice hizmetler olmuştur. Amma şimdi acem bozuntusu, Türkmen ve Kürt hırsızları ve dönme bozmaları dolmuş ve işbaşına geçmiş” denilmekte, Bosna’lı bir devşirme olan Mehmet Halife’nin Tarih-i Gılmanî adlı eserinde ise şu satırlar okunmaktadır: “Bundan sonra İbşir (Paşa) ile Anadolu’dan gelen bir alay çırıklı Türkler ve kul taifesi çok yüz buldular”.
Görice’li bir Arnavut devşirmesi olan Koçi Bey’in 1631’de yazıp Sultan IV. Murat’a takdim ettiği ünlü risalesinde de “Tarih-i mezburdan beri millet ve mezhep nâmalûm, şehir oğlanı, Türk, Çingene, Tatar, Kürt, Laz, Yörük, katırcı, deveci, hamal, ağdacı, yankesici vesair ecnebii muhtelife mülhak olup, ayin ve erkan bozuldu” diyerek.
Türklerin orduya girmesi, ordunun bozulmasına sebep olarak gösterilmekte ve Türk kelimesi, şehir oğlanı, çingene ve yankesici sözcükleri ile yan yana, aynı anlamda kullanılmaktadır.
Tarih-i Naima’nın yazarı devşirme Mustafa Naima Efendi için devlet kurucu ırk “Nadan Türk” İdaraksiz Türk” “Çirkin suratlı Türk” ve “Mel’un Türk’tür.”
Osmanlı egemen zümresinin bu devşirme aydını Türk Milleti’ni “Çoban köpeğine” bile benzetebilmiştir.
Gelibolulu Mustafa Ali olarak bilinen Mustafa Ali için de Türk Milleti “Köylü, kötü huylu, manav ve kır adamıdır Müneccimbaşı, Sahaif-ul-Ahbar Fi Vekayi-ül-A’sar’da, Türk’ü cahil olmakla suçlar. Yazarı bilinmeyen Kitab-ı Müstetâb’ta ise “Türk’ten ve Çingene’den hizmet beklenmeyeceği” ileri sürülür.
Emir Timur’a ve Kırım hanlarına alçakça saldıran Koçi Bey, “harem-i hümayuna kanuna aykırı olarak Türk ve Yörük, Çingene, Yahudi, dinsiz, mezhepsiz nice kalleş ve ayyaş şehir oğlanları girmesinden şikâyet ederken, Gelibolulu Mustafa Ali, muhtelif milliyetleri methettikten sonra Türkler için şu ifadeleri kullanabilmektedir:
“Anadolu, Karaman ve Rum ülkesi adlarını alan pasaklılar ülkesi halkı elbette kır adamıdırlar. Bunlar aralarında güzel ve sevimli olanı az görülen çeşitli biçimde çirkin kimselerdir.”
Kaydedelim ki, Sultan IV. Murat ve Sultan İbrahim’in muhasibi yani hesap uzmanı olan bu devşirme çocuğu, padişahlardan iltifat görmesine rağmen kavmine olan bağlılığına sâdık kalmış, doğum yeri olan Plamet köyüne gömülmüştür. Kardeşi Hürrem de IV. Mehmet devrinde Rusya’ya firar edip, yeniden eski dinine dönmüş ve Andrey adını almıştır.
206 YILDA GÖREV YAPAN 74 SADRAZAMDAN SADECE 12 Sİ TÜRKTÜR.
Osmanlı Tarihi için kötü bir dönüm noktası olan İkinci Viyana bozgununa kadar geçen 206 yılda, vezir-i âzamlığa gelen 74 kişinin ancak 12’si Türk’tür. Ve bu 12 Türk’ün 206 yıllık tarih kesiti içinde toplam sadaret müddeti de 19 yıl, 8 ay, 25 gündür. Bunlar arasında ancak, Yavuz Sultan Selim’in son, Kanunî Sultan Süleyman’ın ilk sadrazamı olan Pirî Mehmet Paşa beş yıl sadaret makamında kalabilmiştir. Yeniçerilerin şehit ettikleri Karamanî Mehmet Paşa da, makamını dört yıl muhafaza edebilmiş, ötekiler ise, dönme-devşirme entrikalarıyla birkaç ay içinde iktidardan uzaklaştırılmışlardır.

Mesela Lefkeli Mehmet Paşa, ancak 2 ay 14 gün, Kemankeş Ali Paşa 7 ay 4 gün Boynueğri Mehmet Paşa 4 ay 19 gün Tayyar Mehmet Paşa 3 ay 27 gün iktidarda kalabilmiştir. Lala Mehmet Paşa’nın sadrazamlığı 9, Deli Hüseyin Paşa’nın ise 6 gün sürmüştür. Oysa Girit’in ünlü kahramanı Deli Hüseyin Paşa’yı iktidardan düşüren Hoca Sadettin Efendi , isyanda parmağı olduğu tespit edilen Arnavut devşirmesi Zurnazen Mustafa Paşa sadaret makamında dört saat kalmış olmasına rağmen, devşirmelerden Köprülü Mehmet Paşa 5 sene, Köprülü Fazıl Ahmet Paşa 15 sene, Kuyucu Murat Paşa 4 sene, Frenk İbrahim Paşa 12 sene ve Sokullu Mehmet Paşa 14 sene vezir-î âzam olarak hüküm yürütmüşlerdir. Türk’e karşı böylesine hassas olan ve Türk’ü böylesine hazmedemeyen bir mekanizma, muhakkak ki, Türk Devleti’nin en büyük talihsizliği olmuştur.


Bu gün yaşadığımız tüm hadiselerin temelinde bu gayrı Türk, gayrı milli devşirme zihniyeti yatmaktadır. Atatürk’ün ebediyete intikalinden bu yana geçen 82 yıl içerisinde, siyasi ve ekonomik köşe başlarını tutmuş tepelere tırmanmış bu zihniyet, Türklerin, Cumhuriyet ile kazandığı hakları ellerinden almak istemektedirler. Hedefleri Türklerin Anadolu’dan çıkarılması kalanlarında din iman maskesi ile belleksiz köleler haline getirilmesidir. İçimizdeki ve dışımızdaki düşmanlar işbirliği içerisinde Tarihten kalan yarım hesaplarını bitirmek istemektedirler. Millet olarak titreyip kendimize dönmek, Yüksek Türklük şuuruyla ayağa kalkmak mecburiyetindeyiz.
Değerli Arkadaşlarım,
Bir sonraki paylaşımımızda “Osmanlı da Tarih anlayışı” ve “Osmanlı Devletinde Türklerin durumu” konusunu anlatmaya devam edeceğiz.
07.Haziran. 2020 Saat.03.00

TANER ÜNAL